7 Mayıs 2016 Cumartesi

ASGARİ ÜCRETTEKİ ARTIŞ HEM İŞÇİYİ HEMDE İŞVERENİ ZORLUYOR

ASGARİ ÜCRETTEKİ ARTIŞ HEM İŞÇİYİ HEMDE İŞVERENİ ZORLUYOR

            Asgari ücretin belirli yıllar içerisinde sürekli artış göstererek düzenlenmesi, çalışanların ihtiyaç ve gereksinimleri ön planda tutularak yapılmakta. Fakat asgari ücretteki artış oranı gözlemlendiği sırada vergilerdeki oranlarında artış göstermesi kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur.

2005ten İtibaren asgari ücretteki artış yüzdeleri şu şekildedir.
           



Asgari ücret, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile en geç iki yılda bir belirlenir. En son 2016 yılında asgari ücretin 1.300 lira olarak belirlenmesi ise işçiden, işverene kadar geniş kesimi etkilemiştir. İşverenlerin, çalışanlarına net maaşlarındaki artışı uygulaması onları zorlamaktadır.  Aynı zamanda asgari ücretin artışı beraberinde vergi oranlarında dalgalanmalar yarattığı için yine işverenin yüksek düzeyde vergi ödemesini kaçınılmaz kılmıştır. Neticede işverenler bu zararı gidermek için ise ürün ve hizmetlerinde zam uygulamasına gitmiştir. Çalışanlar için yapılan asgari ücretteki artış yine çalışanların geçim düzeyinde belirli bir fark yaratmaksızın aksine hem işçiyi hem de işvereni geçim koşullarında zorlamıştır. Son asgari ücretin artışında bu etkilerden söz edebiliriz. Sosyal güvenlik primlerinde artış, bağ-kur primlerinde artış, genel sağlık sigortası priminde artış, idari para cezalarında artış, ücretten kesilen gelir ve damga vergisinde artış, evde bakım ücretinde artış, araç sigortalarında artış, havacılıkta artış, enerjide artış, otomotivde artış, banka faiz oranlarında artış.
Asgari ücretin, çalışanların ihtiyaç ve gereksinimleri doğrultusunda düzenlenmekte olduğu bir toplum içerisinde bu artışın hem işçi hem de işveren için artı bir durum yaratmadığı gözlemlenmiştir. Fakat asgari ücretle beraber vergi oranlarındaki artışın nerelere gittiği tüketiciyi merak içerisinde bırakmıştır.  Buna istinaden ise bütçe harcamaları şu şekilde belirlenmiştir.


15 Ocak 2015 Perşembe


KİTAPLAR GÖRME ENGELLİLER İÇİN DİLE GELDİ

  Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Laboratuarı (GETEM) tarafından tasarlanan Telefon Kütüphanesi projesi, görme engellilerin bilgi kaynaklarına erişimini sağlamayı amaçlıyor. Bu amaçla GETEM, Türkiye'de 400 bin civarında görme engelli bireyin yanı sıra diğer türde engeli olan bireylere de telefon üzerinden seslendirilmiş kitapları sunuyor. Yüzlerce sesli kitabın görme engellilere ücretsiz olarak sunulduğu uygulama,  0 800 219 91 91 numaralı telefon üzerinden hizmet veriyor.

  Sadece ev telefonları üzerinden faydalanılabilen Telefon Kütüphanesi’nin kullanıcıları, diledikleri kitabı seçme, bir sonraki aramada kaldığı yerden devam etme ya da bölümler arasında ileri-geri gidebilme gibi gelişmiş özelliklerden de yararlanabiliyor. Kütüphanede hikâye, roman ve şiir türü kitapların yanı sıra, Türkiye üniversitelerinde okutulmakta olan derslere ait ders ve konferansların kayıtları da bulunmaktadır. Sesli kütüphanede bulunan yayınlar çoğunlukla Türkçe ve İngilizce olarak sunuluyor.

  Konu hakkında sorularımızı yanıtlayan GETEM yürütme direktörlüğünü üstlenen Engin Yılmaz, GETEM'in 4 kişilik bir kadro ile yönetildiğini belirtti. GETEM'in işleyişinden bahsederken bu projenin engellilerin bir parçası olduğunun altını çizen Yılmaz, "Biz burada görme engelli öğrencilere ve diğer engelli öğrenci gruplarına danışmanlık yapıyoruz. Onların çeşitli teknoloji kullanımıyla ilgili bilgiler veriyoruz. Nasıl yapacaklarıyla ilgili akademik olarak danışmanlıklar yapıyoruz. Gerektiğinde onlara eğitim materyallerinin üretiminde yardımcı oluyoruz" şeklinde ifadelerini sundu.

  Ayrıca Yılmaz, "Bunlar GETEM’in okul içerisindeki çalışmalarıdır. Diğer işlevi ise tüm Türkiye çapında hayata geçirdiğimiz e-kütüphanedir.  Hem sesli hem elektronik ortamda kitap üretiyoruz. Burada 4500 civarındaki görme engelli üyemiz var ve Türkiye’nin dört bir yanından görme engellilere bu kitapları okutmayı amaçlıyoruz." dedi.

  GETEM'in Boğaziçi Üniversitesi'nin bünyesinde barınan bir kurum olduğunu ve ayrıca Rektörlüğe bağlı kaldığını belirten Yılmaz, "Kurumumuz Boğaziçi Üniversitesi'nin kaynaklarıyla yürütülüyor. Engelliler birimine verilen bütçe kapsamında GETEM’in de bir bütçesi oluyor. Personeli yine YÖK bünyesinde Boğaziçi Üniversitesi'nin personelleri içerisinden seçiliyor. Bunlar dışında ek bir gelirimiz yok." şeklinde konuştu.
  Öğrenci Kulüpleri’nin işleyişte ve uygulama da bir rollerinin olmadığını söyleyen Yılmaz: "Kulüplerle beraber bazı etkinlikler hakkında birlikte hareket ettiğimiz oluyor fakat bunlar sıklıkla olmasa da GETEM’e olumlu sonuçlar doğurabiliyor. Desteğin yüksek olmasını isterdik tabii ki de onlarında bu projelerde boy göstermelerini, genel olarak yardımlarda bulunmalarını arzuluyoruz." dedi.

  E-Kütüphane'de seslendirmelerin kimler tarafından yapıldığını sorduğumuz da ise Yılmaz, "Seslendirmeler gönüllü okuyucular tarafından yapılmaktadır. Gönüllü okuyucular her öğrenci grupları arasından olabilir. Başvurularla birlikte dışarıdan çeşitli kişiler; ev hanımı olabilir, firmalarda kurumlarda çalışan insanlar olabilir. Bu kişiler bize gönüllü okuyucular bölümünden başvuru yapıyorlar biz onlardan, önce 5 dakikalık deneme kaydı istiyoruz.  Deneme kayıtlarını okumaya uygunluğu, ses tonu biçimi, diksiyon düzeni gibi durumlar çerçevesinde  başarılı bulursak bizim talep ettiğimiz kitaplar bölümünden istedikleri bir kitabı arzulayarak seçtikleri kitabı alıyorlar ve okumaları için 3 aylık bir süre veriyoruz bu süre zarfında kitabı okuyarak bize teslim ediyorlar." şeklinde belirtti.

  Projenin Engelliler tarafından kullanım oranını açıklayan Yılmaz, "Boğaziçi Üniversitesi’nin bir sürü web sayfası var. Bunlar Boun.edu.tr adresine bağlı olduğu web sayfalarıdır. İçlerinde ise en çok ziyaret edilen GETEM’dir. 4500 üyemiz sürekli kitapları indiriyorlar ve böylelikle kendi içerisindeki kitleyi belirli bir oranda kullanıma teşvik ediyor.” şeklinde ifade etti.

  Projede ki E-Kütüphane içerisinde bulunan seslendirilmiş kitap sayısı 15 bin 989 dur. Bunların 10 bin civarının insan sesiyle seslendirilmiş olduğunu söyleyen Yılmaz: " Bu sesli kitaplar dışında geri kalanı metin dediğimiz yani elektronik formatta seslendirilmiş kitaplardır.  Bunun dışında sitemizde sesli betimlemeli filmlerin mp3 dosyaları vardır. Fakat  ilk olarak üyelik gerekiyor. Üye olurken de görme engelli olmalarını rapor ile belgelemeleri isteniyor. Sonra belgeler niteliğinde sitemizde ki -üye olmak istiyorum- linkine tıklayarak üyelik işlemlerini gerçekleştiriyorlar ve sunmuş olduğumuz E-kütüphane uygulamasından yararlanabiliyorlar. " diyerek kullanım koşullarını belirtti.

  Kütüphane içeriğinin arz-talep dengesi üzerine kurulduğunu vurgulayan Yılmaz, "Roman öykü en çok okunan kitaplar onlar oluyor. Ders kitapları elimizden geldiğince seslendiriyoruz ya da elektronik formatta tarıyoruz. Böylece her çeşit kitap birikiminde yardım sağlamaya çalışıyoruz. Erişebilirlik önemli bir kavramdır. Erişebilirlik, her şeyden önce ayrıcalık değildir, bir haktır. Bizim arzumuz yayın evlerinden çıkan tüm kitapları herkese erişilebilir durumda hazırlamaktır. Bu durum gerçekleşene kadar mücadelemiz devam edecek." şeklinde konuştu.

  Diğer Üniversitelere yayma fikri ve bu uygulamadan nasıl yararlanılıyor sorusuna ise cevap veren Yılmaz, "Her üniversite de ayrı bir GETEM kurulmasına gerek yok açıkçası. Burası bir e-kütüphane. Türkiye de yaklaşık bu türde farklı farklı yerlerde 11 tane kütüphane var.  Önemli olan başka üniversitedeki öğrencilere erişebilmek. Elimizden geldiğince de erişmeye çalışıyoruz” diye sözlerini tamamladı.



AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE SOSYAL MEDYANIN ENGELLENMESİ VE KISITLANMASI


AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
ÇERÇEVESİNDE
SOSYAL MEDYANIN ENGELLENMESİ VE KISITLANMASI

BERKAN ÖZLEYEN
İSTANBUL AREL ÜNİVERSİTESİ
İLETİŞİM FAKÜLTESİ GAZETECİLİK BÖLÜMÜ


ÖZET-

 Sosyal Medya’nın ifade özgürlükleri çerçevesinde incelenmesi gerekmektedir. Türkiye’de ki engellemeler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan 10.maddede bahsi geçen sınırlamalara dâhil midir? Yoksa çok mu ileri gidilmiştir? Makalede ifade özgürlüğü çatısı altında örneklerle bu tartışılmaya çalışılacaktır. Sosyal Medya alanlarında ne gibi engellemeler yapılmış, ne gibi kısıtlamalara gidilmiş, bu engelleme ve kısıtlamalara neden olan olaylara bakmak gerekir ki Avrupa Birliği kapsamında yer alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin görev ve sorumluluk yükleyen özgürlük sınırlamaları çerçevesinde mi yapıldı.

GİRİŞ-

 Hangi devlet altında vatandaşlığı olursa olsun, her insanın özgürce yaşama ve hayatını özgür bir çerçevede idame ettirme hakkı bulunmalıdır. İfade özgürlüğü de bu yaklaşımın en temel haklarından 
bir tanesidir.

  Her insan farklı duygu ve düşüncelere sahip olduğu gibi, farklı siyasi görüşlere veya bir olgu karşısında farklı bir tepki verme potansiyeline de sahip demektir. İkili ilişkilerde eleştiri, farklı yorumlamalar, beğeniler ve duygular bu kadar aleni yaşanırken, söz konusu devlet ve toplum olduğunda bu özgürlükler çöpe mi atılmalıdır? Özgürlük bu çerçevede nasıl incelenmelidir? Devleti eleştirmek bir arkadaşınızı yermekle aynı şey değil midir? Tüm bu soruların cevabı özgür yaşamı destekleyen -desteklemesi gereken- yasa yapıcılarca cevap bulmalıdır.

  Bu cevabı verebilecek en büyük oluşumlardan bir tanesi de günümüz topluluklarından Avrupa Birliği’dir. Keza düşünce ve fikir özgürlüğü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10.maddesince bu sözleşmeyi tanıyan tüm ülkelerce garanti altına alınmıştır. Bunun yanı sıra demokratik bir ülkede ifade özgürlüğü kadar ifadenin sınırlarının olması da doğal karşılanmalıdır. Şayet bu sınırlamanın sınırları da açıkça çizilmelidir.

  Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ne göre, kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak ele alınır. Genel olarak özgürlük kavramı ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi veya başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli tutulması kaydıyla alınmış bilginin açıklanmasının engellenmesi veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı ekil şartlarına, koşullara, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir. Kısacası bu nedenler doğrultusunda ifadenin, ifade özgürlüğü kavramının sınırlarının olması da doğal karşılanmalıdır.

  Sosyal Medya’nın da bu ifade özgürlükleri çerçevesinde incelenmesi gerekmektedir. Türkiye’de ki engellemeler 10.maddede bahsi geçen sınırlamalara dâhil midir? Yoksa çok mu ileri gidilmiştir? Makalede ifade özgürlüğü çatısı altında örneklerle bu tartışılmaya çalışılacaktır. Öncelikle Türkiye’ye bakıldığında Sosyal Medya alanlarında ne gibi engellemeler yapılmış, ne gibi kısıtlamalara gidilmiş, bu engelleme ve kısıtlamalara neden olan olaylara bakmak gerekir ki Avrupa Birliği kapsamında yer alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin görev ve sorumluluk yükleyen özgürlük sınırlamaları çerçevesinde mi yapıldı.

  Sosyal medya kullanımı, Dünya çapında hızla artarak bugünlerde 500 milyon Twitter ve bir milyardan fazla Facebook kullanıcısı sayısı ve Youtube gibi video paylaşım sitelerinde günde milyarlarca video izleniyor olması dikkate alındığında toplumun bilgi paylaşımı ve haberleşmesini radikal bir şekilde değiştirdiğini göstermekteyiz. Bakıldığı üzere geleneksel medyadan hem daha hızlı hem de daha özgür bir alan sağladığı açıkça görülmektedir. İşte tüm sıkıntı burada patlamaktadır ki özgür bir alan neden kısıtlanabilir?

  Şöyle açıklayabiliriz ki; Gezi Parkı olaylarına baktığımızda geleneksel medyanın yayın yapmaması, halkı bilgilendirecek gerekli açıklamalarda bulunmaması herkesin bildiği gibi sosyal medya aracını devreye soktu ve sosyal medyanın gerçeklere ilişkin bilgi sağlamadaki rolü Gezi Parkı eylemlerinde çok rahat bir şekilde gözlemlenebildi.

  Sosyal medyada yanlış haber vermek, polisin nereye müdahale yapacağını söylemek, gaz maskesi istemek gibi mesajların hiçbirisi insan hakları hukukunda sınırlandırılabilir ifade niteliğinde değildir. Bu ifadeler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin görev ve sorumluluk yükleyen özgürlük sınırlamaları çerçevesi içerisinde değildir. Ceza hukuku hükümlerinin hiçbirisi de bu tür ifadeleri kapsayacak şekilde geniş yorumlanamaz ve bu tür kısıtlama ve engellemelere gidilemez.  

  Sosyal medya soruşturmasında 24 kişinin gözaltına alınması sonucunda on binlerce sosyal medya kullanıcısı soruşturmanın etkisi ile tedirginlik yaşamıştır. Haberleşme ve ifade özgürlüğünün korunması gereken demokratik hukuk devletinde böyle bir etki kabul edilemez.

  Avrupa Birliği çatısı altında olan bir ülkede Gezi Parkı eylemlerine benzer olaylar gerçekleştiği varsayımını düşünürsek sizce o ülkede de Türkiye Devleti’nin sergilemiş olduğu durum sergilenir miydi? HAYIR! Çünkü fikir özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10.maddesince bu sözleşmeyi tanıyan tüm ülkelerce garanti altına alınmıştır.


15 Haziran 2014 Pazar

  Sinop Ötekileştiriliyor

  Sinop 17 km uzunluğunda olan dev bir sahil şeridine sahip ve doğal plajlarıyla, koylarıyla, yeşillikleriyle, meyvesi-sebzesiyle ve bir çok tarihi güzelliğiyle Türkiye’nin tek doğal limanını içinde bulunduran bir şehir.
Devlet tarafından yıllarca turizm ve balıkçılığa yönelik yatırımların yapılacağı vaat ediliyor ancak hiçbir şekilde bu alanda yapılmış bir yatırım yok. Önceki yıllarda gerçekleştirilen HES projeleri de şehrin bu doğal güzelliğine büyük oranda zarar vermiş gibi gözüküyor. Peki bu durum çerçevesinde İnceburun’a yapılacak olan bir nükleer santral Sinop’ a nasıl etki edecek?
  TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Nükleer Enerji Raporu’na göre nükleer santraller kanser ve genetik hastalıkları fabrakısıdır. Radyasyon kümülatif bir olgudur ve güvenli dozu yoktur. Her alınan radyasyon kanser olabilme riskinin artmasına neden olabilir. Nükleer tesisler kurulum inşasında ya da sökümünde civar bölgelere radyasyon açısından etkisi büyüktür. Aynı zamanda santraller çalışırken nükleer atık üretmektedirler. Nükleer santral hiç kaza yapmayacak olsa bile nükleer atık sorunu çözülebilmiş bir olgu değil ve dünyada bunu çözebilen bir ülke yoktur.  Sinop’a yapılacak olan nükleer santralin de rasyasyon etkisi 60 kilometre karelik bir alanı etkileyecektir. Bu alan içerisinde bulunan Abalı Köyü, Sarıkum Köyü, Kurtkuyusu Köyü gibi birçok bölge bu durumdan zarar görecektir. Bu bölgede bulunan özel mülkiyetin devlet tarafından alınamaması sonucunda 60 kilometre karelik alan 10 kilometre karelik alana düşürülmüştür. Bunun sonucunda yakın çevredeki insanlar nükleer santralden olumsuz yönde etkilenecektir. Ayrıca İnceburun bölgesi doğal tabiat bölgesi olduğundan bu bölge içerisinde korunmakta olan bitki örtüsü ve yaşamakta olan balık türleri bulunmaktadır. Nükleer santral inşası  Sinop’un turizm, tarım ve balıkçılık kaynaklarını da olumsuz yönde etkileyecektir.


Nükleer santral projesi için neden Sinop seçildi?

Sinop’a yapılacak olan nükleer santralin acaba neden bu bölgede yapılacağını sorgulamamız gerektiğini söyleyen Sinop Eğitim-Sen üyesi Uğur Karslı ”Neden Samsun değil neden Trabzon ya da başka bir Karadeniz ili değilde Sinop diyerek, Sinop’ta yapılacak olan nükleer santralin bu bölgede yapılmak istenmesinin temel amacının, az olan şehir nüfusunun göz ardı edilmesi ve buradaki halkın ötekileştirilmesi” olduğunu belirtti.

Türkiye nükleer teknoloji ile 1955’te tanıştı

1956 yılı başlangaçlarında Türkiye nükleer reaktör kurma çalışmalarıyla ilgili araştırmalar gerçekleştirdi. İlk kurduğumuz reaktörün 1mw gücünde olduğunu söyleyen Sinop NKP sözcüsü Zeki Karataş “Küçükçekmece’de bulunan nükleer araştırma merkezinde TR1 adındaki reaktörün sağlık alanıyla ilgili araştırmalar yaptığını söyleyerek böyle bir kuruluşa karşı çıkmadıklarını” belirtti. Nükleer santrallerin diğer alanlarıyla alakalı olarak da “ bu insanlığa zarar vericidir, tıbbi alanda devrede olan santraller bulunmakta ancak enerji pazarı için kurulmak istenen diğer santrallere karşıyız” dedi.
1970’li yıllarda petrolün sıkıntı yarattığı bir dönemde “herkes nükleer enerjiyi hedef gösterdi” diye sözlerine devam eden Karataş, nükleer enerjinin yayıldığı 1970’li yıllarda Dünya Atom Enerjisi Başkanın şöyle bir cümle kurduğundan bahsetti. “Dünya Atom Enerjisi Başkanı, 2000’li yıllarda Dünya da nükleer reaktör sayısının 4500 civarında olacak ve dünya enerji ihtiyacının yüzde 65’i de nükleer teknolojiden elde edilecek.” şeklinde konuştu.
Karataş, “bugün 2014 yılındayız, dünyadaki nükleer reaktör sayısı 436 ve bu reaktörlerin elde ettiği enerji dünya ihtiyacının yüzde 15’ini karşılıyor. 2030’lu yıllarda bu oranın yüzde 9’lara ineceğinin altını çizen Karataş, 1970’li yıllarda bunlar söylenirken insanlar, 1986’daki Çernobil faciasından, 1957’de İngiltere’deki bir hadiseden ve 2011’deki Fukişima’dan haberdar değildiler” diye konuştu.

“Ülkelerin kazan dairesi olmak istemiyoruz.”

Ülkemizde kurulucak olan nükleer santral inşasının Japonya’da Mitsubishi firması üstlendi. Fukişima’daki nükleer santralleri inşa eden bu firmaya güvenmediklerini belirten Sinop NKP sözcüsü Zeki Karataş, “ülkelerin kazan dairesi olmak istemiyoruz” ifadelerini kullandı.

Sinop nükleere “HAYIR” dedi.

28 Nisan da gerçekleşen nükleer karşıtı mitinginde Sinop halkı “nükleer santrallere hayır” dedi.
 Diyojen Heykeli önünde  toplanan nükleer karşıtları buradan yürüyüşe başlayarak Sakarya ve Atatürk  Caddeleri boyunca yürüyerek Uğur mumcu Meydanı’na geldi. Meydan girişinde polisin oluşturduğu arama noktalarından geçen çevreciler burada çevresel ve gezi  mücadelelerinde  hayatlarını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşunda bulundu. Burada slogan atan nükleer karşıtları, nükleer ve termik santraller ile hidroelektrik santralleri protesto etti.

Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Cengiz Göltaş, nükleer santrallere karşı mücadelede Sinop‘un yılllardır verdiği mücadelenin dirençliliğinden bahsetti.

Kurulacak nükleer santrallerin ülkeye felaket getireceğini altını çizen NKP Sözcüsü Zeki Karataş 28 yıl önce meydana gelen Çernobil faciasının unutulmaması gerektiğini vurguladı. Ayrıca Karataş,  ”Kuzey komşumuz Ukrayna’da 28 yıl önce gerçekleştirilen deney sonrası, art arda gelen ihmallerle, insanlık tarihinin en büyük felaketi yaşandı. Hiç bir tel örgünün onu engelleyemediğinin tanığı olduk. Çernobil’in mağduru çocukların fotoğraflarına baktınız mı, ya onların başındaki sevdiklerine. Bu yüzden kaç kişi intihar etti? Peki, bu insanlara ne olduğu konusunda devlet görevlilerinin açıklama yaptığını duydunuz mu? “ söylemlerinde bulundu. Karataş, “Çernobil sonrası kimine göre 1 milyon, kimine göre 30-40 kişi, kimine göre 230 bin kişi yaşamını yitirdi. Börtü böceği saymadılar bile. Çernobil’in diğer reaktörleri 14 yıl daha çalıştırılmaya devam ettirildi. Peki, ülkemizde ne oldu? Azıcık radyasyon kemiklere iyi gelir diyen darbeci generallere ne oldu? Yardımsever devletimiz tarafından o dönemde ilkokul çocuklarına fındık dağıtıldı. Toprağımıza suyumuza radyasyon geçti. Börtü böceği sayan yine olmadı. Tüp gaz patlaması ile nükleer santral arasında kurulan derin bağlantı, darbeci generallerin bile aklına gelmemişti. Bütün egemenler aynı, hayallerindeki dünyayı kurduklarına hiç kimse sanırız insan formunda olamayacak” açıklamasında bulundu.

NKP adına konuşma yapan Gazeteci-Radyo programcısı Özgür Gürbüz ise nükleer santral anlaşmaları arkasında dönen oyunları Yalan Dünya dizisine benzettiği konuşmasında Sinopluların bugün güçlü bir şekilde buna karşı durduğunu söyledi.
Mitingte Sinop  Belediye Başkanı Baki Ergül ile Gerze Belediye Başkanı Osman Belovacıklı da konuşma yaptı. Yaptıkları konuşmalarda nükleer santrallere karşı çıktıklarımı belirttiler.

23 Mart 2014 Pazar

Dayatılmış Çaresizlik


 Söylemlerim o yada bu partiye değil, söylemlerim o yada bu partiye oy verenlere de değil. Hangi renkten olursan ol altında toplandığımız bayrak aynı, din aynı, Allah aynı ve yaşadığımız, beraber nefes aldığımız topraklarda aynı. Politika ve yönetim uğruna birbirimizi paramparça ettik, öldürdük, nefret ettik. Biz bunlarla boğuşurken birileri ellerini ovuşturup ülkenin parçalanmasını izledi.
  Hepimizin farklı ırklardan, yada partilerden dostları var. Yan yana geldiğimizde bu ayrımcılıkları umursamadan sarılmışlıklarımız aynı kaptan yemek yemişliğimiz var. Elimizi yüzyıllardır bir din tutuşturdular, bizi bu güzelim dinden öyle korkuttular öyle uzaklaştırdılar ki günahı sevap, sevabı günah sandık fakat şuna dikkat ettik ki din ile alakası olmayanlar bile belkide hayatları boyunca en ağır günah işleyenler oldu. Müslümanın Müslümana canı haramdır...
  Peki kendimize soruyorum; bundan 10 küsür yıl önce birbirimizi hiç bu kadar yedik mi?, böyle kavgalar ettik mi?, polisimiz ile çatıştık mı?, hiç onlardan bu kadar nefret edip kin duyduk mu?  Hayır.  Birbirimizi hiç bu kadar ağız dolusu hakaretlerde bulunduk mu? Hayır.  Politikacı abilerimize bakın hepsi koca koca adamlar, birbirlerine laf yetiştiriyorlar, hepsi birbirini suçluyor ve hakaret ediyor ve biz onlara güveniyor hatta tapıyoruz, her şeyi bırakın saygı duyuyoruz fakat birbirlerimizden haberimiz bile yok. Başımızdaki adamları savunup o ne yapsa yeridir derken ay sonu alacağımız maaşımızı düşündük yada alamadığımız alsakta kalan parayla nasıl geçinebileceğimizi düşündük.
  Dünya bir oyun senaryoyu birileri yazar ve biz oynarız asıl mevzu ise bundan sonra oynayıp oynayamayacağımız. Ülkenin başına kimin geçtiğinin yada onu ülkenin başına kimin geçirdiğinin zerre kadar önemi yok artık önemli olan tek şey şudur; senin duruşun, senin onurun, senin hayatın. Bizim sizlerle hiçbir derdimiz yok derdimiz bizi bu hala getirenlerle, bizi aldatanlarla. aklını kullan televizyonlardan uzak dur ve sana her dayatılanı kabullenme, az tüket. Politikacılar sadece senin duymak istediklerini söylerler eğer ülkeni korumak istiyorsan bilgi sahibi olmak zorundasın aksi halde tek göreceğimiz şey bu olacak.

17 Haziran 2013 Pazartesi

YILMAK YOK HİTABEYE KULAK VER MEDYA

    Halkın direnişini görmezden gelen yandaş kanallara ve gazetelere, her görüşten fikri olan direnişçilerin “Yandaş medya istemiyoruz”, “Satılmış medya” diye bağırmaları affedersiniz ama gücünüze gitmesin. 
    Halkın, acımasız polislere karsı direnişini Türk halkına göstermek istemeyen medya harfiyen yerine getirmediğiniz görevi kınamakla kalmayıp adeta aşağılıyorum resmen yandaş olunup tek bir elin gücü olan partilerin oyuncağı olmuşsunuz. Üzerlerine tonlarca gaz sıkılmasına rağmen barışçıl bir şekilde korkusuzca gösteri yapmaya devam eden farklı görüşlere sahip olan direnişçilerimizin, halk tarafından izlenilmemesi pardon izletilmemesi sizce de çok vahim bir durum değil midir? 31 mayıs direnişine dair ne unutulabilir hiç bilmiyorum ama bizim üç maymun medyanın aczi, sessizliği ve hatta rezilliği unutulmayacak. Sizler "biz aslında yokuz" dediniz, yoksunuz evet. O kadar yoksunuz ki, 31 Mayıs'ta olmayışınızla anılacaksınız. Bütün şanlı tarihiniz, habercilik başarılarınız, dizileriniz yarışmalarınız lay layınız goygoyunuz unutulacak, ama bu korkaklığınız hep hatırlanacak. Biz de bu memleketin haber kanallarıyız diye insan içine çıkmayın artık. Biz de bu ülkenin anlı şanlı ulusal medyasıyız diye dolanmayın ortalıkta. Sizleri teslimiyetçiliğinizle, biat etmenizle, korkaklığınızla hatırlayacağız.  Yokluğunuzla var olacaksınız belleklerimizde, ancak o kadar. 
     Yerin göğün inlediği sloganın hedefindeki ‘satılmış medya’! Hani bizdik marjinal haniiiii. Kalemine hayran olduğum, gözü kara ve asil bir kişiliğe sahip olan tek bir kişinin, Cemal Süreyya hocamın mısralarıyla bitirmek istediğim sözlerim, hitabeye kulak ver MEDYA. 

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz..    

13 Haziran 2013 Perşembe

ÖLÜYÜZ! ÖZGÜR DEĞİLSEK BİZ

 
    ''Başbakan’ın'' dediği gibi '‘üç beş çapulcu'' için o kadar biber gazı, o kadar polis... Sizce bu söz direnişin içinde bulunan insanlar için çok ağır sözler değil mi? Onlar çapulcu fakat onlar aynı zamanda Türkiye toprakları içerisinde yaşayan ÖZGÜR bireylerdir.  “Birkaç çapulcu” ifadesi, bilinçli bir yalandan çok, kendini kandırmakta ki ısrarını gösteriyor.   En baştan her şeyin yanlış anlaşılmasını istemem tarafsız bir yazarım, hiçbir parti yandaşlığım yok, olmayacakta. Evet Taksim'de, Gezi Parkın da, Beşiktaş'ta bulundum, sonuna kadar direndim, karşı çıktım ve atılan gazları, tomalarla sıkılan suları tattım, polislerin acımasızca tekmelerini her görüşten fikri olan insanıma vururken gördüm. Ölü değiliz biz, ÖZGÜRÜZ!
    . 
   Bu kadar farklı görüşte insanın bir müşterekte buluşması çok büyük bir devrimdir ve Cumhuriyet tarihinde asla vermediği bir özgürlük mücadelesini tek bir ağaç için veriyor(!) bir orman gibi kardeşçesine olmak için veriyor. Az bir şey mi? İşte o yüzden her kesimden insan için bir diriliş söz konusu… Öyle bir diriliş ki ezeli rakip, futbol takımlarının taraftar grupları bile kol kola eylemlere katılıyorlardı. Yapılan yanlışa karşı direnişte birbirlerini kolluyorlardı; çünkü hepimiz bu umudun yolcusuyuz; çünkü biz ÖZGÜRÜZ!

    Şimdi bir durup, sakin sakin Türkiye'ye bakalım. Bugün 18. gün ve halen inadına duran bir yığın insan görüyorum. Yas tutmak yerine, çığlıkların sesini daha bir açan kalabalık görüyorum.. Ve biraz daha gülümsüyorum.. Biraz daha inanıyorum pozitif bir ortamın oluşacağına...